"Her insan bir kitap her hayat hikâye kalpler yedi anahtarlı kapı..."
1950'lerin başında Rodoplar'da başlayıp iki binli yıllara kadar uzanan bir hayat... Göçlerle yoksullukla yarım kalmış heyecan ve sevinçlerle dolu bir hayat. Ürküş'ün çocukluğuna dâir ilk hatırası Rodoplar'da kayalıklarda geçirdiği zamandır. Bu belki kendi hayatında ona acı vermeyen tek güzel anısıydı. 60 yaşına geldiğinde bile o kayalıkları görmek isteyen çocuk yaşadığı her şeye rağmen içinde saklı kaldı.
Anılardaki ilk göç de 1957 yılında hemen hemen beş yaşındayken yerleştikleri Kamçı mahallesinedir. Bu mahalledeki bomboş evler de yine başka bir göçün ardından kalmıştır. Dileyenin istediği eve yerleştiği bu evler 1950 yılı içerisinde Bulgaristan'dan Türkiye'ye göç eden binlerce ailenin Bulgaristan'da bıraktıkları evleridir.
Erkek çocuğa ulaşmak için peşpeşe doğan kız çocuklarına edersiz bi nesne gibi bakan bir anne babanın/toplumun elinde beş yaşında büyümek zorunda kalan bir kız çocuğunun hiç bitmeyen yaşam mücadelesine kendi kalemiyle yazdığı anılarıyla tanık oluyoruz. Ürküş kendinden küçük kızkardeşlerine bakmayı bakarken büyümeyi kendi kendine öğreniyor. Büyüdüğünü sanmayı da... Daha çocukken büyüyen Ürküş göçlerden kaynaklanan zorunlu okul değişimleri sonucu düzenli bir eğitim de alamıyor. Yarım kalan eğitim hayatından sonra yeteri kadar olgunlaştığını düşünüp ondört yaşında çocukluk aşkıyla mutlu bir evlilik yaşayacağını sanırken babası tarafından hiç tanımadığı başka bir adamın hayatına bırakılıyor. Yalan zorba ve şiddetle korkutulan bu küçük kız baba evinden çok da farklı olmayan kalabalık bir evde hayallerinden ayrılıyor. Küçük yaşta anne oluyor. Hem anne hem eş hem de çalışan bir kadın olmanın zorluklarını tek başına yaşıyor. Gençlik yıllarını tek göz oda bir çuval un üç kaşık bir tencere iki çocuğun bir yuva ettiği evde ekonomik sıkıntılar içinde geçiriyor.
Üç çocuklu bir aileyken 1989'daki göç dalgasına katılıyorlar. Göçün yıpratıcı süreçlerine pek tanık olmuyoruz ama geldikleri Konya'da da kendilerini farklı bir yaşam beklemiyordu. Yine işsizlik bir evde birden fazla aile yoksulluk yabancılık onları burada da buluyordu. İstedikleri yaşam koşullarını sağlayamadığını düşünen diğer aile bireylerinin ısrarı üzerine 1990'da Bulgaristan'a dönüyorlar. Bundan sonra peşlerini hiç bırakmayan bir ayrılık bir yurtsuzluk bir yoksulluk hikâyesi bir ailenin bir dönemin gerçek bir hikâyesi oluyor. Üstüste kurulan yuvalar doğan torunlar ve dağılan hayatlar ekonomik sıkıntılar Türkiye Bulgaristan ve Almanya arasında gidip gelen hayatlar... Her yerde kaygı aynı: yaşayabilmek. Anılardaki son kuşağın da aynı yaşayabilme kaygısıyla göç üzerine bir yaşam kurduğunuzu görüyoruz. Bu defa çocuklar ve torunlar göçün bir parçası oluyor. En sonunda Ürküş Bulgaristan'da emekli ve yapayalnız bir hayatın içinde kalıyor.
Hayat ve Hüzün yerel bir sesle evrensel bir temayı ele alıyor: kadın olmak. 1950'lerde Bulgaristan'da Türk olmayı kadın olmayı bölgesel bir dille yerelin tadıyla okurken aslında kaygıların ve zorlukların yerelle sınırlı kalmadığını dünyanın her yerinde aynı kaç göç içindeki bütün toplumlar için de söz konusu olduğunu anlıyoruz.
Hemen yanında olup bitenleri kaleme alan yazarın yarım yüzyıldan fazla bir yaşam tanıklığı günümüze varana değin önümüze seriliyor. Yerel ve bölgesel dile gündelik konuşmalara yaşam biçimine ve insan ilişkilerine tanıklık ediyoruz. Bir insanın yaşam mücadelesine tanık olurken o yerel ve bölgesel dilin çok akıcı bir şekilde sunulduğunu görüyoruz.
Bu hatıralar yerelden ve güncelden gücünü alan benzer yazma ve gözlem eylemlerinin eğitim ve süreklilik ile desteklense çok daha güçlü olabilecek kalemlere dönüşebileceğinin bir kanıtı.
Vijdan Akçadağ
Edirne/2019