İğde ağaçlarının gölgelediği dönemeçli uzun bir yol. Etrafta kimsecikler yok. Havada burnunu sızlatan yağmur kokusu içinde ucu bucağı gözükmeyen zifiri karanlık. Gözlerinde sönmüş binlerce yıldızın ışıltılı kırıntısı.
Yorgun ayaklarının istikameti belli. Göğüs kafesinde yıllarca boylu boyunca uzanıp uyuyan mabedi işte orada.
Yosun tutmuş gözlerini hafifçe aralamış Ardıç ağaçlarının ilerisindeki o tenha kuytu da işte orada yamalı uykularının sabahı.
Onu bekliyor yürüdüğü dikenli yolların sonunda. Koynunda parlayan güneşle işte tam orada.
Sonsuz bir huzurla başını kuş tüyünden yastığa koyar gibi sanki onun göğsünde uyur gibi başucunda duran o taşa yaslandı.
Yıllardır hiç açmadığı hep topladığı saçlarını açtı ve kesti kör bir bıçakla toprağa örttüğü kül rengi saçlarını.
Zaten hiç ait olmamıştı başında taşıdığı mavi gökyüzüne ve hiç düşünmeden ateşe verdi çok önceden kırılmış kanatlarını.
İnzivaya çekilmiş zemheri yüreği günün en can alıcı saatlerinde kızıl bir yeryüzüne açtı hiç açılmamış çeyiz sandığını.
Ve dilinden döküldü avuçlarındaki toprağa o son şiiri:
"Ya kalbim durduğunda unutursa seni."