Dört yıllıktım daha. Gençtim. İdealisttim. Gençken dünyayı bambaşka gözle görüyorduk. Giyinmeyi gezmeyi seviyordum. Düzce çarşısından alışveriş yapmıştım. Apartman topuk vardı o zaman. Bir ayakkabı almışım... Hevesle... Nerede giyeceksem artık... Taşlık çakıllık yollar kütüklerden basamak tomruklardan köprüler... Hadi giy giyebilirsen o papucu... Dururdu dolapta. Topuksuz ayakkabılar lastik çizme çamur içinde gezerdik...
Bir kadının doğum sancısı tutmuştu. Çağırdılar. Normal doğum yaptı. Kayınvalide sofra kurdu. Beni ve yanımdaki kadını da davet etti. Yarım saat önce doğuran gelin hanım da yanımıza oturuverdi. Bir güzel karnını doyurdu. Ertesi gün de katıra binmiş yayla yoluna düşmüş giderken gördüm onu. Yapma etme demenin faydası yoktu. Endişelerim boşunaydı. Bir şey olmuyordu. Orta Asya bozkırlarında at üstünde doğuran kadınların torunları işte... Öyle diyordum.
Bu gibi durumlar stres kaynağıydı. Kabullenmesi zor olsa da katlanırdım. Değiştiremeyeceği şeyler için kaygılanmayı bırakmayı da öğreniyor insan. En önemlisi insanları sevmekti. Sevince kolaydır. Anlıyorlar çünkü. Kedi köpek bile anlıyor sevildiğini. İnsan niye anlamasın?
Okumak tam da bu sebepten önemlidir işte. İnsan olduğunu değerli olduğunu hissedersin. Bu yüzden dayıma duacıyım. Sınavı kazandığım haberi babamı kızdırdı. Malatya Ebe Okulu'nu kazanmıştım. Evdeki yüküm yok oldu. Bir boğaz eksildi. Devlet yediriyor içiriyor giydiriyordu. Büyütüyordu beni devlet. Üstelik beni özlediklerini de fark ettiler. Kıymetli oluverdim. Fikir değiştirdiler. Hayat öyle zor ki... Öylesine yoğun çalışıyorlar ki... Birbirinin değerini fark edecek kadar duramıyorlardı. Bir durup düşünelim denmiyordu. Herkes yaptığı iş kadar yer işgal ediyordu. Ya da yiyip içtiği kadar...