Yasamal'da bir haziran sabahı idi. Ezan sesi ile birlikte yağmur başladı. Yağmur ile beraber bir serinlik ve esenlik sarmıştı etrafı. Öğleye doğru güneşin bulutların arasından çehresini göstermesi ile yağmur dindi. Sabah yağan yağmurdan hissesini alan topraktan arta kalan sular buharlaşarak geldikleri bulutlara geri dönüyordu. Öğle vakti buharlaşma nihayet bulmuş gökyüzünde bulutlar tamamen kaybolmuştu. Berrak tozsuz dumansız bir hava insanın içini ısıtıyordu. Güneş şuleleriyle Yasamal bölgesini yaşamdan zevk alınacak bir atmosfere çevirmişti. Ancak insanlar ümitsiz ve mutsuzdular zira besleyip büyüttükleri enaniyetleri sebebiyle doymak bilmeyen nefisleri için mücadele etmeyi Yaratıcı'ya tabi olmaya tercih ettiklerinden başlarında binbir türlü musibet dolaşıyordu. Kendisinin var iken kardeşinin malına göz dikmişti insanoğlu. Hemcinsinin gücünü kabiliyetini meziyetlerini kıskanmıştı. İçlerinden pek azı hariç kimse elindekiyle yetinmedi. Hep daha çok daha çok diye âdeta çırpındılar. Derken milletler milletlerin devletler devletlerin elindekine göz dikti güçlü silahlar üretenler dünyanın değişik yerlerinde zayıfların canına okumaya başladılar. Ellerindekileri zorla almakla kalmayıp zayıfları kendilerine köle yaptılar. Karşı koymak isteyen hemcinslerini acımasızca katlettiler. Esas vazifelerini unutup milyonlarca insanı ölüme sefalete hastalıklara terk ederek hayvanlardan daha aşağı bir mertebeye düştüler.
Acaba varlıklar yaşamın asıl gayesini hatırlayıp içine düştükleri bu durumdan kurtulabilecekler miydi?