"Sonra durmaksızın bir başka yere kaçtım ben. Kaç başka yer dolaştım böyle bilmiyorum. Artık 'bir başka yer' kalmamıştı. Ve ben artık hiç kimsenin hayatındaki en önemli insan değildim. Bunu anladığımda bir yaz sonu bir yerde durdum ve bütün güz göletin etrafını tavaf ettim. Ormana girdim uzun uzun yürüdüm. ... Az kendim yaladım yaralarımı az gölet yaladı az orman. Çok sert ve zorlu bir kışa girdik sonra. Sesler geliyordu kulağıma. Sağdan soldan yukarıdan ve aşağıdan çok derinlerden. Hiçbir yaranın tam olarak iyileşmediğini anladım. Ben de bunu kabul ettim: Hiçbir yaranın tam olarak iyileşmediğini ve iyileşmeyeceğini. Bahar gelmedi. Yaz geldi birdenbire. Kendi kendime konuşuyordum. Hatta bazen çok konuşuyor buna da çok gülüyordum. Kendi kendime."
Ağda. Aşk. Yapışkan. Çam reçinesi. Hayat pürüzsüzleştiren. Tutup çekince çıplak tüysüz bir yara izi. Teninden çıkar belki; ruhunda tütüp duracak. En son hangi şarkıyı özledin hangi yudum düğümlendi boğazında hangi aşka ya da hangi kedinin ardından ağladın? Öyle bir öyküdür belki bu da. Öyle bir örgü. Söküp atamadığın. İçin dolup taştıkça ilmek ilmek dökülen.
Kiminin unuttuğu gözden kaçırdığı; kiminin umursamadığı hoyratça kırıp döktüğü duygular. Kırdığı. Döktüğü. Onların odasına çağırıyor bu öyküler. Sade küçük saf samimi. Sıcak kadim has ebedi. O yüzden güçlü. Duru. Dolaysız. Ne süslü kurgu ne sahte tirat. Akıp gidiyor; doğal derin kendiliğinden... Hayatı ölümü kendini ötekini kalanı gideni sora sürükleye... Geride bıraktığı bir zaman alüvyonu. Her kalbin deltasında yersiz yurtsuz göçebe.