Başını iki elinin arasına alıp derin bir of çekti. Günün bütün yorgunluğu göz kapaklarına toplanmıştı sanki. Kim bilir kaçıncı seferdir aynı şey oluyordu. Öğrencilerinin ısrarlarına dayanamayıp okuduğu şiiri bir kez daha yarıda bırakmıştı. İçinde delice bir isyan birikse de onlara hiçbir şey belli etmemeye çalıştı. Öğrencilerin birçoğu şiirin yarıda kesildiğini anlamamıştı za-ten. Ders kaynamış birkaç dakika da olsa fısıldama fırsatı çıkmıştı ya onlar için yeterliydi. Oturduğu sandalyeden kalkarken masadan destek aldı. Yorgun bacaklarla doğruldu ama umutlu gözlerle baktı öğrencilerine. Dersin bitmesine beş on dakika kalmıştı serbest bıraktı çocukları ve penceren dışarıyı seyretmeye başladı. İncecik bir kar yağıyordu kar taneleri nasıl da birbirlerine değmeden yere iniyordu. İnsanlar da mı böyleydi yoksa? Kendisini anlamasını umduğu güzel insanlar da bu kar taneleri gibi birbirlerine değemeden yaşayıp gidiyorlar mıydı? Peki ya hiç bulamazsa onları... Birden buz gibi bir üşüme sardı bütün vücudunu. Bunca yıl; bir gün anlaşılmak umuduyla yazmıştı bütün şiirlerini öykülerini. Bir gün birileriyle paylaşmak umuduyla okumuştu onca güzel kitabı. Sırf bu umutla dinlemişti o güzelim müzikleri. Yoksa yıllar öncesinden gitmeli miydi büyük bir şehre bu küçücük kasabada çürütmüş müydü kendini? Lise yıllarından beri en sadık dostuydu kalemi.
Erhan Çamurcu post/modern zamanların küçük kasabalarında geçen "Kıyısız"lıkların hikâyelerini yazdı elinizdeki kitapta...