Dışarıda şakır şakır yağmur yağıyordu. Bulanık daima aynı o kül rengi bulanık hayaller...
Büyülü bir andı. Bir an sessizlik gülüşler durdu. Zarif kadınsı yavruağzı renk kollarını usulca tuttu. Ela bal rengi gözlerinin içindeki sarı menekşelere büyülü gözlerle baktı.
Kızıllı kahve sarı yapraklar ölmüş aşklar gibi havalanıp ormanda değişik renkte çiçeklerle ölüm dansı yapıyordu. İşte; sevinçler mutluluklar coşkulu istekler ateşten gönüllerde sevişler hep bu billur anın içinde raks ediyordu. Mevsimlerden gün batımı artık kavuniçi turuncuydu. Aşkın kederli anlarıydı. Sonbahar burgaçlarıyla gelip onları yakalıyordu.
Sonbahar fırtınalarıyla eserek ayrılığın hışırtılı senfonisini estiriyordu.
Ah çaresizliğim aynı asfalt aynı gök. Nerelere kaçsam ne yapsam? Aynı köşe başı kaldırımlar hayat bu çıkmazlarda eriyip gidecek mi? Bir hayat gözlerimin önünde böyle silinecek mi? Onunla gök bulutlar kaldırımlar ve kediler daha renkliydi. Yalnızlığın grisini birlikte sildik. Hani hayatım çaresizliğim ve ızdırabım kaderim artık diyemedim. Kadın teni hepsini yamadı.
Gör bak! Burası Paris bee... Şu hayatta kaç tane Paris var ki? Taşını kaldırımını yediğimin Paris'i be! Ayın içine yıldızları çorba gibi yediğimin Paris'i! Şu kelebek yaşasın var olsun. İçine karış karış havayı çek de için romantik olsun...
Yılan Kadın; "Sana buradan sesleniyorum sayfalar arasından. Bizi yazdın da eline ne geçti? Hadi söylesene ne geçti? Niye var ettin ki ne istedin bizden? Kendi yağımızda kavruluyorduk."