İnsanları tanımlayan hazla tuhaf ve zahmetli ilişki üzerine Deleuze ve Lacan'ın perspektiflerinden yararlanan bir eser.
Haz olumsuzlukta ve yoksunlukta çamura saplanmış yeni bir arzu kavramı lehine terk edilmesi gereken çürük bir idea mıdır ya da arzunun kendisi özünde yoksunluk yokluk ve de kayıp meselesi midir? Bu Gilles Deleuze ve Jacques Lacan'ın savaş sonrası Fransız düşüncesinin en zorlu iki figürünün çalışmalarını bölen can alıcı sorulardan biridir. Gerçi Deleuze'ün çalışmasında derinlemesine ele alınmış psikanalizle karşılaştığımızda onun kariyeri boyunca psikanalize ve özellikle Lacancı teoriye karşı benimsediği çok farklı tutumların güçlü bir açıklamasına hiç sahip olmayacağız. Aaron Schuster bu kitabında bu girift ilişkiye kafa tutuyor. Sonuç ne Deleuz'ün Lacancı bir okuması ne de Lacan'ın Deleuzecü bir okumasıdır; daha çok iki düşünüre özgü endişeleri tanımlayan sistematik ve karşılaştırılabilir bir analiz ve ikisinin bu endişeleri ele alırken bağdaşmayan fikirlerinin çözümlemesidir. Schuster; güdü ve arzuya ve onların insanları hareket ettiren güçlerle tuhaf sarmal ilişkisine yani Haz Sorunu'na odaklanıyor.
Schuster yol boyunca kendi şaşırtıcı içerik analizlerini ve yaratıcı örneklerini sunuyor. Saf Yakınmanın Eleştirisi'nde Freud'un nevroz teorisinden Spinoza'nın Tanrı'dan entelektüel yakınmasına ve Deleuzecü büyük yakınmaya kadar uzanan bir yakınma felsefesini tartışmaya açıyor. "Karşılıklı uyumlu semptomlar" olarak bir aşk teorisi hazzın kuramsal Heideggerci bir tezi ve Platonik bir teorisini de içine alan özgün bir felsefe tarihi ve 1920'lerin "ölüm güdüsü edebiyatı"nın Thomas Mann Italo Svevo ve Blaise Cendrars'ı da kapsayan bir keşfi gibi diğer meselelerin arasında da özenle dolaşarak yoluna devam ediyor.