Bir insanın yüzündeki çizgilere bakarak neler yaşadığını çıkarabilir miyiz? Kaldı ki ortada kendisi değil de bir fotoğrafı heykeli ya da resmi varsa bunlar o insanın yaşadığı gerçekliği ne kadar yansıtır? Dolayısıyla çizgilere bakılarak yazılanlar ve bu yazıları okuyanların yazdıkları nasıl bir tarihtir? Geçmişi ve bir daha geri gelmeyecek hayat tecrübelerini bıraktığı izlere bakarak aslına uygun olarak yeniden yaratmak mümkün müdür? Yani objektif ve tek bir tarih yazılabilir mi? İşte Alun Munslow Tarihin Yapısökümü'nde bu sorulara cevap arıyor.
Tarihe özellikle kendi tarihine çok meraklı olup da tarihçi ve tarih metninin kendisi üzerinde pek durmayan bir entelektüel iklimde bu soruların hayati önemi ortadadır. Foucault'ya göre ifade edersek tarih geçmiş hakkında tarihçilerin modern söylemlerinden ibarettir ve bu tarih her bilgi gibi iktidar ilişkilerinin kurulması ve sürdürülmesinde kullanılır.
Munslow bu kitapta pozitivist ve ampirist tarih anlayışlarının eleştirisi temelinde postmodern tarih anlayışına bir giriş yapıyor ve sorunlarını tartışıyor: Tarih salt zihnî ya da lisani bir kendilik olmadığı gibi objektif de olamaz. Geçmişten bize kalan izler vardır. Ama bu izler kendi başlarına dilsizdir: Onları dillendiren tarihçidir. Tarihçi fiilen var olan geçmişe açıklayıcı ideolojik siyasi sebeplerle hikâyeler dayatarak bir anlatı yani tarih oluşturur. Daha doğrusu Foucault'nun "epistem"lerinin art arda dizilişi gibi mecazların akışıyla yaratılan bir anlatıyla gerçeklik etkisi yaratır. Dilin gerçekliği ne kadar yansıtabildiği tarih ve tarihçinin neyi anlattığı tarihî gerçeklerin ne kadar gerçek olduğu soruları ortadayken yine de tarih yazılabilir mi?