Aklın veya hayal gücünün yarattığı eserlerin çoğu bir yemek sonrası ile bir nesil arasında değişen zaman içinde sonsuza kadar yok olur. Bazıları ise yok olmaz. Yok olmayan eserler bir süre gölgede kalsalar da bu eserler insanlığın kültürel mirasının tanınmayan unsurları olarak değil insanların görebilecekleri ve dokunabilecekleri kendilerine özgü bireysel giysileri ve kişisel yara izleri ile tekrar geri dönerler. O nedenle ve haklı olarak ancak bu koşulda gerçek büyük eserlerden söz edebiliriz. Esasen büyüklüğün canlılıkla ilişkilendirilmesi bu tanımın bir dezavantajı değildir. Bu bağlam içinde ele alındığında Marks'ın eserleriyle verdiği mesaja uygulanacak sözcük hiç kuşkusuz budur. Ancak büyüklüğü yeniden canlandırmanın tanımlanmasının ilave bir avantajı daha vardır: bu da büyüklüğün sevgimizden ve nefretimizden bağımsız bir duruma gelmesidir. Ne var ki bizim büyük başarıların temel tasarımları ve düzenlemeleriyle ya da ayrıntılarıyla bunların bir ışık kaynağı veya kusursuz olması gerektiğine inanmaya artık ihtiyacımız yok. Aksine bu başarıların karanlık bir güç olduğuna inanabilir veya bunların esaslı bir hata olduğunu veya bununla pek çok noktada hemfikir olmadığımızı düşünebiliriz. Marksist sistem söz konusu olduğunda bu türden olumsuz bir muhakeme ve hatta tam anlamıyla bunun aksini ispat etmeye girişme bunu ölümcül bir şekilde yaralamanın başarısız olmasına neden olur ve bu sadece o yapının gücünü ortaya çıkarmaya hizmet eder.