2012 yılının sonuna kadar Batılı ekonomistler Türkiye'nin İslamiyet ile kapitalizmi uyuşturabilen majör bir ülke olarak görüyordu. Örneğin HSBC'nin Küresel Özel Bankacılık CEO'su Peter Boyles 12 Kasım 2012 gibi yakın tarihli bir yorumunda Türkiye'yi dünya ticaretinin parlayan yeni yıldızı olarak tanıtırken bu başarının şans eseri olmadığının altını çiziyordu. Bu kişi başarının ardındaki nedenin bütün zorluklara karşın "mali disipline" ve "iyi düzenlenmiş bir banka ve finans sistemine sadık kalınması olarak değerlendiriyordu.
1 Benzer düşünceler Dünya Bankası'nın 2013 yılının yaz aylarında yayımladığı Türkiye Ülke Raporu'nda da vardı.2 Yine dünyada ünlü yayın organları (New York Times The Economist ve Der Spiegel gibi) Türkiye'nin İslamiyet'le kapitalizmi uyum içinde bir araya getirdiği için AKP'ye övgüler düzüyordu.
Ancak özellikle bu başarı öyküsü Haziran 2013'ten sonra tersine döndü. Batılıların bahsettiği mucizevi dönüşümün altında demokratik olmayan yollarla gerçekleştirilmiş köklü bir değişim vardı.
Bu dönüşümün tarihsel arka planı ise 12 Eylül cuntasından başlayıp hiçbir muhalefetle karşılaşmadan gerçekleştirilen neo-liberal politikaların harfiyen uygulanması vardı. Türkiye'de serbest piyasacılık adı altında kendi zenginini yaratma içgüdüsünün temelleri
bu döneme rastlamaktadır.