"...Sokağın üzerine kapkara bir matem havası ve dayanılmaz bir hüzün çökerken dilenci kılıklı adam hiç durmadan ıssız yerlerden geçerek Suriye'ye doğru yol alıyordu.
İyice uzaklaşınca durup kızı içine attığı katırın sırtındaki heybeyi açtı.
Küçük kız; ağlamaktan ve korkudan yüzü gözü kızarmış büyük bir şok geçiriyordu. Annesinin diktiği bez bebeğe sanki birileri elinden alacakmış gibi sıkı sıkıya sarılmıştı.
Heybe açılınca küçük kız derin derin nefes alıp hıçkırmaya başladı. Göz pınarları kurumuş ağlamaya mecali kalmamıştı. Kolları ve elleri mosmor olmuştu.
Adam ise çok sakindi. Parmağını dudaklarına götürerek birkaç defa çocuğa sus işareti yaptı.
Cebindeki kirli mendili ıslatarak kızın yüzünü sildi. Su içirmeye çalışsa da kız hıçkırmaktan içemedi.
Başını heybeden biraz daha yukarı çıkarıp küçük bir şişedeki sıvıyı zorla kızın burnuna damlattı.
Bir müddet sonra kendinden geçip başı önüne düştü.
Dilenci kılıklı adam tekrar yola koyuldu. Gideceği yol uzundu.
Vakit geçirmeden gitmesi gerekiyordu. Bir an önce sınırı geçmesi lazımdı..."