Kuşların ölmeye geldiği karalıkta mıydı Feray'ın gözleri? Kim bilir kaç düş kaç gülüş saklanmıştı orada. Kendini gömmeye geldiği sırada alnında şafak kızılı üstünde buluttan bir elbise vardı. Avlu ortasında kalakalmıştı oracıkta.
Belki esen rüzgarda bir tohum belki de bir nehrin kenarında su olduğunu hayal ediyordu uyandığında. Açtı gözlerini; ne gül yapraklarının kadifemsi dokunuşları ne de uçuş uçuş renklerden sızan kokuları duyacağını biliyordu. Ama orada o avlu ortasında kalakalmasının nedeni kesinlikle bu mahrumiyet değildi. Başını bile kaldırmadı tek bir söz bile çıkmadı ağzından. İçinde birleştirmeye çalıştığı paramparça bir geçmiş canını yakıyordu. Bir ses yankılandı uzaklardan çok uzaklardan kuş ötüşlerinin işitildiğini bir tek göğsünde sessizliğin ateşini yakanlar bilirdi.
Feray kimi zaman insanların diz çöktüğü göğün derinine kanat açıp giden kuşlar gibi özgür kimi zaman da babasının avuçları içinde çeresizce çırpınan bir kuş gibi tutsak kaldığını düşünüyordu.
Tüm gizemlerin örtüsünün açılacağı anın sancısı vurmuştu her yana. Kendine tuttu aynayı Feray. Göz bebekleri büyümüştü. Al beyaz anlatılan tüm masalların suskunluğu yankılandı bir kez daha kimin buyruğuydu? Ölmüş suyun yanında havadan haber vermek!
Avluda o koca köknarın altında omzundaki bütün yükleri indirdi sayfa sayfa. Kurumuş kan lekesi vardı bir kadının koynunda görünüyordu apaçık ama nasıl oluyordu da cehennemin saklandığı cennet içinde fısıldanması gereken bir sırra dönüşüyordu.
Sessizlik açlık gibi içini kemiriyordu Feray'ın. Kendi içinde akıl almaz derinliklere ulaşabilmesi için Sırrını bilmeyen her sır sahibi gibi sevgisizlik ile terbiye edilen dünyadan bir ısırık alabilse tükürürdü belki de...