Sfenks ya da Dehşetin Babası'nın ölüm kalım sorusu: İnsan nedir? Ne kadarı ailesinin ve çevresinin kabında yoğrulur onun ne kadarı kendi elleriyle yonttuğu bir heykeldir? Başkalarının ondan bekledikleriyle yapmak istedikleri ne ölçüde uyuşabilir? İnsan; içgüdülerini benliğinin en karanlık mahzenlerindeki şiddetli arzularını günışığına çıkardığında mı daha özgür ve mutludur; yoksa onları bastırıp toplum tarafından onaylandığında mı?
Peki ya en özgür ve mutlu hissedebileceğimiz anları; herkesten saklamamız gereken en yakınımıza fısıldanması bile imkânsız türden hayallerimizi gerçekleştirmekle yaşayacağımızı düşünüyorsak ne yapacağız? Birinden birini tercih etmek ve böylece diğerini yitirip bir kanadı kırık olarak yerçekimine mahkûm halde "yaşamak" zorunda mıyız? İçgüdülerin zincirlerinden boşanıp serseri bir şekilde cirit attığı dost meclisinde arzularımızı doyasıya ve özgürce tatmin etmenin hiç mi yolu yok? İçimizdeki en mahrem belki kendimize bile itiraf etmekten korktuğumuz arzularımızı gayet doğal kabul eden insanların yaşadığı bulutların üstündeki masal âlemine çıkan bir yol...
İşte elinizdeki roman bize bu yoldaki yolculuğu oldukça akıcı ve şiirsel bir dille anlatıyor:
"Bilmeyenler için söylüyorum ben bir sahibeyim. O sebepten ya da bu sebepten kendi aciz bedenlerine hapsolmuş bu dünya düzeninin içinde sıkışıp kalmış köle ruhların kurtarıcısıyım ben.
Size nasıl sahibe olduğumu anlatayım mı? Harlanmış bir çelik gibi sert yüreğimin bu kadını nasıl hükmeden biri haline getirdiğini tozlu sandıklara gömdüğüm hatıralarımdan öğrenmek ister misiniz? Anılarımın ateşin yalımları gibi ruhumu ve karakterimi yakarak nasıl olgunlaştırdığını dinlemek ister misiniz?
Hadi başlayalım o zaman..."