Mefhûm-ı muhâlifi yani spesifik bir lafız tartışmasını konu ediniyor gibi görünen bu kitapta yazar;
-Anlama'nın ne kadarı dil ve ne kadarı akıl ürünüdür?
-Nassın mefhûmu Şâri'in mi dilin mi yoksa aklın mı ulaştırdığı bir mânâdır? Bu seçenekler delâletin kuvvetini veya hükmün bağlayıcılığını etkiler mi yahut değiştirir mi?
-Şâri'in/konuşanın lafızdaki bütün kasıtları bilinebilir mi?
-Mefhûm-ı muhâlifin hüccetliğini tespit etmek kimin uhdesindedir?
gibi sorular eşliğinde aslında Şâri'-hitâb-mükellef arasındaki ilişkiyi incelemekte ve şöyle demektedir:
"Hiçbir usûlî ve fıkhî ihtilâfın sebebi sadece dil/lafız meselesi değildir. Çünkü hükmün hakiki kaynağı da dil değildir. Dil sadece hakiki kaynağın muradını ve hükmünü bize ulaştırma yolu ve vasıtasıdır. Şâri'in müctehidin ve mükellefin nihâî amacı sadece 'lafzın doğru anlaşılması' değildir. Bu noktayı gözden kaçırmak lafız bahislerinde derinleşenleri -tıpkı lafzı yok sayanlar gibi- tehlikeli noktalara sürükleme potansiyeli taşımakta; nasları anlamayı bir şâirin şiirindeki sembolleri ya da eski medeniyetlere ait bir taş tabletteki yazıları anlama faaliyetine dönüştürme riski barındırmaktadır. Hitâbullâhın asıl maksadı; Şâri'in o dil vasıtasıyla beyan ettiği muradını anlayan mükellefin o muradın gereğini yerine getirmesidir. Kur'ân'ın hiçbir âyeti (özellikle de ahkâm âyetleri) sadece derin uzmanlık isteyen dil tahlilleriyle anlaşılmaya böylece gayeyi göz ardı eden bir anlayışla amel edilmeye kalkışılmamalıdır. Nitekim Şâri' de teşrî'de mükellefi sadece söz ve yazı ile baş başa bırakmamış o kutlu sözlerin ete kemiğe bürünmüş yaşayan halini de göndermiştir..."