1951 yılında Totalitarizmin Kaynakları yayımlandıktan sonra Hannah Arendt önceki çalışmalarında ihmal etmekten ziyade kendi ifadesiyle "kasten dışarıda bıraktığı" önemli bir meseleye eğilmek için kolları sıvar: Marksizm. Bu münhasır ihtimamın sebebiyse yine kendi sözleriyle aktarırsak "siyasal düşüncenin yaygın kabul gören kavramları" ile içinde bulundukları Soğuk Savaş dönemi şartlarında her yanıyla olağandışı bir "şimdiki durum" arasında aranan "eksik halkayı" tamamlayacak olmasıdır.
Siyasetin artık herhangi bir anlam taşıyıp taşımadığının sorgulandığı bir dönemeçte Arendt kökleri ta Platon ve Aristoteles'e kadar uzanan bütün bir Batı politik düşünce geleneğinin zirveye ulaşč p da son bulduğu uğrak olarak açıkça Marx'ı işaret eder. O andan itibaren de dallanıp budaklanarak fikri yaşamında hatırı sayılır bir yer kaplayacak "gelenek" tartışması uç hatta uçlar vermeye başlar. Söz konusu geleneğin tarihsel kökleri ve gelişimi yanında kaynaklık ettiği politika karşıtı önyargılar ve peşin hükümler de etraflıca irdelenir. Sokrates'in kendi yurttaşlarınca ölüme mahkûm edilmesinin yarattığı hüsranın da tesiriyle Platon'un özünde eylemi yüksek amaçlara ulaşmak için gerekli araca indirgeyerek insani çoğulluğu yadsıyan "hâkimiyet" kavrayışı doğrultusunda politik düşünceyi politik eylem pahasına inşa etme kararlılığının asırlar boyu yankı bulması en temel saptamadır. Hacmiyle adeta kitap içinde kitap gibi duran "Politikaya Giriş" ise zamanın kaygılarından hareketle politikanın anlamı ve içeriğine ilişkin birbiri ardına sıralanmış sorularla okura geniş bir kavramsal artalan su nan bir çeşit "prolegomena"dır.
Politikanın Vaadi başlığı altında derlenen bu metinler felsefe ile politika arasında gitgide kökleşen çatışmanın yansımalarını mercek altına alırken politikanın bugün bizlere hâlâ neler vaat edebileceğinin ipuçlarını geçmişin karanlıkta kalmış özgül deneyimleri içinde yoklar.