Herkes yaşamın gizeminden aynı şeyi anlamaz. Ama biz hepimiz yaşamın nereden geldiğini ve ölümün ne olduğunu bilmek isteriz. Çünkü ahlakımız bu soruya verilecek yanıtın etkisi altındadır.
Yaşamın ve ölümün niteliği belki halkı tamamen kuramsal olan diğer bütün sorunlardan daha fazla ilgilendirir. İnsanlık bu soruna bir çözüm bulmak için deneysel biyolojiyi beklememiştir. Bu çözüm tarzı doğanın bilimden önceki dönemlerdeki bütün açıklamalarını karakterize eden bir biçim almaktadır. Bu dönemde yaşamın bedene "yaşamsal bir ilke"nin girmesiyle başladığı kabul ediliyordu. Bireyin yaşamının yumurta ile başlaması ilkel ve bilim öncesi insan için doğal olarak bilinmez bir şeydi. Ve aynı şekilde ölümün bedenden "yaşamsal ilke"nin çıkması sonucu olduğu kabul ediliyordu. Ama bilimsel olarak yaşam deniz kestanesi ve diğer bütün canlılarda oksijenin hızını artırmasıyla başlar. Ve bu hızlanmanın hareket noktası yumurtanın kabuk katmanının yıkımıdır. İnsanın da dahil olduğu sıcak kanlı hayvanların yaşamı organizmada mayalanmanın durmasıyla biter. Bireysel yaşamın başlangıç ve sonu sorunu fizikokimyasal bakış açısından açık bir şekilde halledilmiştir.
Eğer varlığımız kör güçlerin oyunu üzerine kurulmuş bir rastlantı sorunuysa ve yine biz kendimiz kimyasal mekanizmadan başka bir şey değilsek bizim için ahlak nasıl var olabilir?
Buna şu yanıtı vermek gerekir: içgüdülerimiz ahlakımızın kökleridir. Ve bu içgüdüler bedenimizin biçimi gibi kalıtsaldırlar. Yememiz içmemiz ürememiz insanlığın bunların istenmeye değer bir şey olduğunda anlaştığından değil ama makineler gibi böyle yapmak zorunda olduğumuzdandır.