Geçmiş'in izleri şimdi'nin hızla akan zamansallığı ve geleceği tahayyül biçimleri sanatta özellikle de
tiyatro sanatında yapıta nasıl ve ne ölçüde yansıyor? Unutmaya ve hatırlamaya dair pratikler bizde ve
Batı'da nasıl farklılaşıyor? "Unutuşun kolay ülkesinde" yaşayan bizler geçmişi yok saymaya
meylettikçe icra ettiğimiz herhangi bir sanat dalında sadece bugüne çağırabildiğimiz geçmiş
temsillerine tutunuyor hafıza kırıntılarımızla ona yepyeni bir beden şekillendiriyoruz. İşte bu yeni
bedeni zaten bir tür temsil yoluyla işleyen tiyatro sahnesine çıkardığımızda hakikatten fazlasıyla uzak
bir geçmiş imgesiyle kendimizi yanıltıyor olabilir miyiz?
Zaman/Zemin/Zuhur'da Beliz Güçbilmez işte tam da böyle bir merakla Osmanlı'dan köklenen
Tanzimat'la birlikte geçmişinden kopmaya niyetli üstelik Batı tiyatrosuna öykünen gerçekçiliğiyle
yeni kurulan cumhuriyetin gölgesinde filizlenen Türk tiyatrosunun bebek adımlarının peşine düşüyor.
Güçbilmez kitabında Antik Yunan'dan beri süregelen Batılı tiyatro geleneğine özenen Türk
tiyatrosunun çocukluğunu ve bir nevi ergenlik sancılarını dışarıdan son derece detaycı ama bir o kadar
da anlayışlı bir bakış açısıyla analiz ediyor.
Geçmişinden kaçan toplum o geçmişi yok saymanın yolunu bulmuş tiyatrosunda üstelik de gerçeği
temsil etmeyi vaat eden "gerçekçi" tiyatrosunda geçmişle hiç ilgilenmemiş yekpare bir an'da
dondurulmuş bir zaman'da ve salt bir "satıh"a dönüşmüş zemininde kendini ansızın zuhur eden
hikâyelere tutturmuştur. Öyleyse gerçekçi Türk tiyatrosu kendini derinliksiz iki boyutlu bir satıh
olarak kurdukça anlattığı hikâyeyi ona yaklaşmadan kişilerini canlandırmadan dışardan anlattıkça
sadece görünümü sathı ya da dışıyla ilgilenen bir zâhirperest'e dönüşmüş; Araba Sevdası'nın züppesi
Bihruz'un ruhunu hiç durmadan şâd etmiştir.