İslam coğrafyası tarih boyunca hiçbir zaman kendi
haline bırakılmamış; maddî zenginlikleri kadar
manevî (ilmî kültürel fikrî) zenginlikleri de Batı
dünyasının her zaman ilgisini çekmiştir. Batı
dünyasının sınır tanımayan hegemonyası ve
taarruzu karşısında sürekli müdafaa hattında kalan
İslam coğrafyası rızası olmamasına rağmen
üzerinde operasyon yapılan ameliyat masasındaki
bir hasta gibi sonu gelmeyecek bir mağduriyet
mahrumiyet ve çoğu zaman da mahkumiyete
maruz kalmıştır. Günümüz dünyasında işgal etmek
istediği yerleri "özgürlük getirme-demokrasi
götürme" maskesinin arkasına saklanarak işgal
eden Batı dünyası 17. yüzyılda da Hint Alt
Kıtasında "ticaret yapma ve refah seviyesini
artırma" kisvesinin ardına sığınmış; misafiri
olduğu bölgelerin yegâne sahibi ve mâliki olduğu-
nu iddia etmiştir.
Modernitenin ilk adımlarını attığı ve İslam
dünyasının günümüze kadar karşı karşıya kalacağı
birçok fikrî akımın da beşiği olan bu coğrafyanın
tüm hengamesini kısa ömrüne sığdırdığı onlarca
eserinde teneffüs ettiğimiz Abdülhayy el-Leknevî
Hanefî mezhebi ve Ebû Hanîfe özelinde yaptığı
birçok müdafaa ve izahatında umûmî manada sahih
İslam'a ve ilmî mirasımıza isnat edilen tüm
ithamlara karşı paratoner görevi icra eden önde
gelen isimlerden ve önemli âlimlerimizden biridir.
Bu çalışmada tenkit yerine tahkirin takdir yerine
takdisin ikâme edildiği; itidal hüviyetinin ifrat ve
tefrit ikileminde dejenere olup taassup olgusuna
maruz kaldığı bir ortamda tüm yetkinlik ve yeterli-
liğine rağmen olası bir fitne ve ihtilafa sebebiyet
vermemek için toplumsal gerçekliği ve ihtiyaçları
ön planda tutan Leknevî'nin günümüzde birçok
algıyı yıkacak türden duruşuna tanıklık edeceğiz.