Tanrı'nın kutluluğu tarlalara yayılıyordu. Ufku kapayan ağaçlarla yapılar ardında güneş gözleri yumulmaya zorlayan altın iğnelerini ovanın düzlüğüne batıra batıra iyice kızarmış bir hamursuz çöreği gibi çıkıyordu. Dip tarafta dağlarla şehrin kuleleri pembemsi bir renk alıyor gökyüzünde dolaşan küçücük bulutlar kırmızımtırak ipek yumaklar gibi renkleniyorlardı. Kanallarla su birikintileri sanki ateşten halkalarla doluydu; kulübelerde sabah temizliğinin sesleri süpürge hışırtıları çamaşır şıkırtıları geliyordu; kadınlar yanlarında çamaşır sepetleri dere kıyılarında çömeliyorlardı. Külrengi tavşanlar çapkın hâlleriyle patikalarda sıçrıyor ve kuyruğun ponponu ile ikiye ayrık pembe arkalarını göstere göstere kaçıyorlardı; kara gübre yığınları üzerinde de etrafı tavuklarıyla çevrili horoz gözü ateşli ve ibiği öfkeden kıpkırmızı çabucak öfkelenir hâkim feryadını yükseltiyordu.