1943 yılının soğuk ve kasvetli bir kış gününde Anadolu'nun sakin köşelerinden birinde Tosya-Lâdik depremi tüm hiddetiyle hayatları alt üst eder. Ahmet genç bir adam olarak deprem enkazının ortasında felaketin yaralarını sarmaya çalışırken beklenmedik bir aşka yelken açar. O Şaziye'ye ilk görüşte âşık olur; adeta Şaziye yıkıntılar arasında umudun ve direncin simgesidir.
Bu hikâye Ahmet ve Şaziye'nin aşkının acıların ve umutların iç içe geçtiği bir yolculuğunu anlatıyor. Onlar hayatın zorluklarına ve tarihin acımasız dalgalarına karşı mücadele ederken aynı zamanda sıradan hayatın güzelliklerini ve aşkın huzurunu da keşfederler.
Bu sadece bir aşk ve hayatta kalma hikâyesi değil; aynı zamanda yaklaşan İstanbul depreminin ön provasıdır. Olacak olan İstanbul Depremini anlayabilmek için gerek Tosya depremini gerekse Kuzey Anadolu fay hattındaki depremleri bilmek gerekiyor. Aksi halde tarihten ders alınmaz. Tarih deyince; tarihin insan ruhunun ve ailenin gücü üzerine bir meditasyon bu hikâye. Savaşın ve doğal felaketlerin gölgesinde içine dönük sakin bir genç adam olan Ahmet'in yaşamı algılama biçimiyle bizleri uzunca bir yolculuğa çıkaran bu roman hassas bir kalbin dünya macerası gibi de okunabilir...