Söğüt ağaçları diğer ağaçlar gibi köküyle dikilmezdi toprağa. Öyle allı şallı bir düğünü olmazdı yani. İlkbaharda bir söğüt ağacının bilek gibi kalın bir dalı kesilir toprağa direk saplanırdı. O toprakta filizlenir o toprakta kök salardı. Başka toprak bilmezdi söğüt. Gelinliği ile girip kefeni ile çıkan Anadolu'nun ağırbaşlı kızları gibi o toprakta dirilir o toprakta büyür ve o toprakta ölürdü. Her evin başında mutlaka bir söğüt ağacı olurdu. Gelip geçenler orada bir yaşamın bir hayatın bir ailenin olduğunu bilir ona göre bir haya edep takınırdı. Söğüt yuva demekti. O toprakta yaşayanlar bir sebeple ya bu diyardan ya da bu dünyadan gitseler bile söğüt ağacı Mescidi Aksa'yı bekleyen son Osmanlı askeri gibi asla terk etmezdi toprağını.
Söğüt ağacının altında geçen çocukluk gençlik yılları gözlerinin önünde dirildi. Annesi babası kardeşleri... Birlikte yaşanılan o güzel vakitler kadar ortak bir acının herkesin hesabına adil olarak paylaşıldığı acı zahmet dolu günler karşısında dikildi. Acılar da paylaşılınca güzeldi. Söğüt ağacının yapraklarına titreyerek dokundu. Ablası ile oynadığı oyunlar abisi ile güreşmeleri küçük kardeşinin tatlı yaramazlıkları...