Düşmanın savaş gemilerinden biri Çanakkale Boğazını geçmiş Marmara'nın yaslı sularında İstanbul'a doğru ilerliyordu.
Gönderinde Fransız bayrağı güvertesinde ellerini arkadan bağlamış uzun boylu bir general... Öyle de kibirli ve mağrur bir görünüşü var ki "Dünyanın en büyük milleti biziz!" der gibi bakınıyordu çevresine.
"Eyyy ulu İsa!" sözcükleri döküldü dudaklarından. "En büyük hayâlim gerçekleşmek üzere."
Karşısındaki yeşil tepelere yaslanmış yaslı İstanbul'a baktı. Dua eder gibi gökyüzüne yükselmiş incecik minareler sessizce duran kubbeler alabildiğine yeşermiş tepeler dantel dantel işlenmiş yalılar...
Onlara sahip olmanın ihtirasıyla tutuşmuştu. ..
Ünlü yazarlarımızdan Süleyman Nazif yanında birkaç askerle birlikte içeri girdi. Köşke fazla dokunmadıklarını görünce çok sevindi. Sadece bazı duvarlar Fransız ressamlarının yaptığı tablolarla donatılmıştı. Mustafa Kemal'in o ünlü sözü geçti içinden:
"Geldikleri gibi gidecekler."
*
İstanbul'da bunlar olup biterken şafak sökmek karanlık sona ermek üzereydi. Çünkü Mustafa Kemal; "Hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunmaz" diye haykırıyor tünelin ucundaki ışık gözleri kamaştırıyordu.
Bütün ülkeye büyük bir sevinç dalgası yayılmıştı. Geçmişi değiştiremezlerdi ama gelecek onları
Dünyada eşi benzeri görülmemiş bir Kurtuluş Savaşı zaferle sonuçlanıyordu.
Yoktan var edilen bir ordu...
Yoktan var edilen bir ülke...
Ve yokluk acı ıstırap içinde çarpışan vatanları için canlarını veren isimli isimsiz kahramanlar...
Artık korkma sırası onlara gelmişti. Henüz bu kutsal şehri terk etmemişlerdi ama terk etme hazırlıklarına çoktan başlamışlardı.
Artık İstanbul'un yedi tepesinde güneş daha parlak daha isteyerek doğuyordu.