Kareç Bingöl Dağları'nın rüzgârıydı. Rüzgârın topraktaki kar tozlarını süpürüp topladığı yerdi. Kareç'te gökyüzü el kadardı bir fersah kadar yakındı toprağa. Orada ufka kapılmazdı gözler kapalı ve karanlık bir kuyunun dibine bakardı hep insanlar. Yıldızlar gecelerde değil gündüzlerde parlardı Kareç'te. Eğri büğrü kurumuş üzüm salkımı gibi çorak yollar yolların içinden geçtiği derin uçurumlar uçurumların içinde kör ormanlar ormanların arasında vahşi hayvanlar ve vahşi hayvanların pençelerinde kurbanlıklar vardı hep. Kareç'te uzaklık yalnızlıktı kimsesizlikti. Kareç'in insanlarında uzaklık yalnızca mesafelerde haşin tabiatlarında ulaşılmaz coğrafyalarında değil; yüreklerinde içini deşen yaralarında terk edilmişliklerinde vardı.
Burası böyle bir yerdi. Benzemezdi başka yerlere. Cenkler sözle başlardı burada. Sözün altın olduğu bu diyarlarda söylenen her sözün ardında gizler vardı. Her nağmeye yazılan söz söz değildi bu mahalde. Hükmü veren yazılan değildi söylenendi. ... Burada gizli söylenen her sözün bir sebebi vardı. Bu güne kadar kayda girmeden gelmişti. Başı belada olan söz ise belaya düşen asıl söylenendi. Bundan dolayı kayalara oyulmuş harfleri ceylan derisine oyulmuş yazıları vardı da yoktu işte. Bir tarihleri de vardı da yoktu işte. Şimdi ise her birini gün yüzüne çıkarmanın zamanı geldiğine inanmışlardı ve söz ile başlamışlardı: İsyan.