Çanakkale'de geceleri gökyüzü sim ile işlenmiş bir siyah kadife kaftandır. İnsan kolunu yukarı kaldırdığında sanki eli bir yıldız denizine dalar; parmakları Büyük Ayı'ya Venüs'e Andromeda'ya dokunur.
Çanakkale'nin şarap rengi denizi hırçındır öfkelidir şehvetlidir. Yunuslar kıkırdar sardalyeler yelkovan kuşu gibi uçar orada. "Gel buraya" der dalgalar "gel buluşalım gel kavuşalım gel açılalım."
Çanakkale rüzgârı öyle bir rüzgârdır ki esti mi eser... coştu mu coşar... katar önüne o koca kanatlı bulutları savurur da savurur... Çınarların meşelerin dutların tarçın rengi yaprakları bir hazan seli olur akar gider eriye eriye...
Çanakkale'nin bir şarkısı vardır... Çanakkale'nin bir kederi vardır... Kederi kader kaderi kederdir Çanakkale'nin.
O gecenin o denizin o rüzgârın o şarkının o kederin o kaderin çocuğuydu Bedia. Parmakları yıldızlara ulaştı aşk uğruna buz gibi sulara daldı bıraktı kendini rüzgara. Sürüklendi sürüklendi... Çanakkale'den Selanik'e Selanik'ten Auschwitz'e Auschwitz'den Londra'ya Londra'dan İstanbul'a ve daha bin bir diyara... Onun rüzgârının adı aşktı ve Bedia hep rüzgâra karşı kemanını çaldı...
Belki de Bedia hiç keman çalmamalıydı...