"Ben... Turko çocuk... Ben yok Italyano.. Ben burda... Ben çocuk Türk..." diye haykırdı.
Grazia hayret ve üzüntüsünden masanın yanındaki sandalyeye yığılmıştı. Kenan gözlerine kulaklarına inanamıyordu. Primo sonra seri bir hareketle kenardaki hasır sandalyeyi kaptı kanepeye fırladı ince kollarının asla tahmin olunamayan asabi kuvvetiyle bu sandalyeyi kaldırdı ve şiddetle Victor Emmanuelin resmine vurdu.
Levha parçalanmış ve camlar şangur şungur etrafa saçılmıştı... Grazia bir gülle patlamış da sakınmak için başını saklı-yormuş gibi büzülmüş ve sinmişti. Camlar odanın her köşesine düşüyordu. Kenan şaşırıp kalmıştı. Sevinçli ve şuursuz bir arzu ile kalktı. Kanepenin üzerinde yükseklerden pek çok yükseklerden kendisine bakan bu Türk çocuğunu kucakladı. Minimini bir mabut gibi onu göğsüne bastı. Alnından öptü öptü sonra yüzüne baktı. Bu elâ gözlerin nihayetsiz derinliklerinde şimdiye kadar ham bir hayal asılsız bir serap addettiği şeyin büyük ve yüce bir hakikat olduğunu görüyor; kuşakların bilinçsizce birbirini izlemesiyle kaybolan uğursuz şarklılık afyonuyla zehirlenen bu muhteşem ve yerleşmiş hakikatin büyük bir Türk ruhunun yeni nesilde yeni hayatta tekrar doğduğunu anlıyordu işte iki günde kendisi bile ne kadar değişmişti? En büyük tecavüzler büyük felâketler daima büyük yeniliklere başlangıç olmaz mıydı? Bunu düşünüyor; kolları arasında tuttuğu ve hâlâ; "Ben Turko ben Turko... Ben yok Italyano..." diyerek varlığını idrak ilân eden küçük mabudunu tekrar tekrar öpüyor öpüyor; Grazia muzaffer genç sağlam ve uyanık Türkün muhakkak üstünlüğü altında ezilecek olan zayıf hasta ve miskin batının korkak ve kadından bir timsali gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyordu...